Birbirine Ulanan Öyküler (1)

Cabir Özyıldız’ın ilk öykü kitabı Eski Zaman Türküsü 2023 yılında, ikinci kitabı Dünyanın Bütün Karıncaları 2025 yılı başında Vacilando Kitap tarafından yayımlandı. Öyküleriyle bir tür tanışıklık, akrabalık ilişkisi kurdum Cabir Özyıldız’ın. Dünyasına, aktardıklarına hiç yabancılık çekmedim.

Barış Gümüşbaş, 14 Şubat 2025 Cuma günü Gazete Duvar’da yayımlanan “Cabir Özyıldız'ın öyküleri: Yılkı atları, karıncalar, kedi ve altı çıplak çocuk” başlıklı yazısını şöyle bitirmişti:

Özyıldız’ın ileride merakla bekleyeceğim yeni öyküleriyle hem geleceğe kalacak bir isim olacağına, hem de burada değinilen veya değinilmeyen başka açılardan daha kapsamlı biçimde değerlendirileceğine inanıyorum. “Üç Beş Taksit” öyküsünde ailesine ve sevdiklerine karşı yapamadıklarını, onlara karşı borcunu, ödenmemiş “taksitler” olarak adlandıran babadan ödünç alacağım o benzetmeyle kapatayım: bence Özyıldız verdiği emek ve gösterdiği özenle edebiyata “taksitlerini” ödemiş. Bu yazı da, iyi bir yazara ödenen “taksit” olarak görülsün. Şimdi, o son “taksiti” ödeme sırası da okurda olsun.

Okurluğun, iki satır yazarak taksit ödemesi olur mu? Denemek istedim. Her iki kitaptan kimi öyküleri birbirine ulayarak kendi dünyamda onları bir yerlere oturtmaya çalıştım.

“Gazi Koşusu”

Eski Zaman Türküsü’nü edindiğimde ilk okuduğum öyküydü. Algıda seçicilik! Hemen ablamların Reşatbey’deki kreş ve gündüz bakımevine gittim. Askerden döndüğüm zamana, 1997 yılı Ağustos’u. Emekli Kölük hocanın bir yanı çocukların beslenmesi, ödevleri ile meşgulken diğer yanı oynadığı altılı kuponuyla ilgiliydi. Mesela, Rub a Dub adlı handikap ata kafayı takmış ne zaman bültende görse “aha yine koşuyor Rubai Dup” deyip kuponuna yazıyordu. Yarışları fark ettiğim zamanlar.

Öykü, pandeminin ilk yılının 30 Ağustos günü, Tiklinin damı ile ganyan bayii arasında geçiyordu.

“Rakının yanına beyti söyleriz, sonra da kavun mavun, süzme filan. Ağzımın suyu akıyor. Meretin hayali bile güzel.” (Eski Zaman Türküsü, s.42)

Şu kupon bir tutsa var ya!

Gaziyi favori Call to Victory kazanmış, sürprizcilerin beklentisi boşa çıkmıştı. Köylü Mithat’ın kahvesinden eline tutuşturulan kuponlarla adeta bir sonraki öyküden bu öyküye zıypıp gelen “Samuray”ın adının Orhan olduğunu o gün öğrenecek, kuponlar yattıktan sonra bir demlik çaya fit olanların kurmak istediği rakı sofrası hayalinin de “Sarı’nın Yeri”nde gerçekleştiğini görecektik.

 “Sarı’nın Yeri”

Rutinleşen hayatından iyice bunalan bir arkadaş, hanımının da rızasıyla bir Cumartesi günü eski ahbaplara uğrayıverip şöyle bir nefes alma, üzerindeki gerginliği mümkünse hafif bir silkeleme kabilinden eski mahallesine gider. Tenekeci Abdurrahman’la sözleşip, Sarı’nın Yeri’ne yönelmişken yetmişlik almak için tekelci Oscar İbrahim’e uğrar. Sarı’nın Yeri, beş altı masadan ibaret bir kebapçıdır aslında, ancak akşamları salaş bir meyhaneye dönüşmektedir. Abdurrahman önden varıp beytiyi ocağa attırmış, mezeleri çoktan hazırlatıp masayı donatmıştır.

“Sarı'nın kadehi salata tahtasının duldasında. Gömlek cebinde kırmızı bir gül, peşkiri de her zamanki gibi boynunda.” (Eski Zaman Türküsü, s.66)

Mekâna damlayan eski tanışlarla, haraca yumulan avanta ajansla, teypte çalan ve Neşet baba ile sonlanan türkülerle öykü akıp gider. Yazımı kışa çevirdin, kar yağdırdın başa Leylam...

“Kendisininkiyle birlikte onca insanın derdini, tasasını o küçücük mekânda üç kuruş paraya misafir eden Sarı’nın eline sarıldım. ‘Estağfurullah yeğenim,’ deyip beni alnımdan öptü. Abdurrahman abi bir taksi çevirdi. Uğurlarken de ‘arayı uzatma iki gözüm, bunaldıkça kop gel işte.’

‘Olur abi gelirim,’ derken farkında değildim, meğerse kirpiklerim bulut biriktirmiş.” (Eski Zaman Türküsü, s.68)

“Sırttaki Maymun, Abdülkerim ve Diğerleri”

Kitaplar daha yoktu ortada. Parşömen’i de, Cabir’i de işte bu öyküyle fark ettim.

“Köşker Salih’in kahveden bozma, kıytırık mekânına girerken upuzun boyuyla kof, yıkıldı yıkılacak bir kavak ağacını andırıyordu. Bedeni o kadar incelmişti ki buruştursan bakkal poşetine sığardı.” (Eski Zaman Türküsü, s.21)

Öyküde karşıma çıkan köşker beni öyküden kopardı ve orta öğrenim boyunca kasabanın biricik eczanesinde çalıştığım zamanlara götürdü. 1980’den 1986 yılı ortasına değin akan zamana...

Eczanenin bitişiğinde bir köşker vardı. Tek tük ayakkabı sattığı da olurdu ama asıl geçim kaynağı altı delinen, ökçesi kırılıp, yüzü parçalanan ayakkabıları tamir etmekti. Yanında, yöresinde türlü şeylere yarayan alet edevat, boyası, cilası, fırçası durur, kucağına aldığı tamire gelen parçalara, biri diğerinden daha iri, daha parlak gök mavisi şaşı gözlerini dikerek dalardı.

“Naze”

“Sırttaki Maymun, Abdülkerim ve Diğerleri” öyküsündeki Naze, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış olarak çıkar karşımıza bu öyküde. Evdeki tamir işlerini maliyetine gören Kar’oğlanın canı tam da çay çekmişken, Nazife elinde tepsiyle içeriye dalmış ve ona güzelim türküyü duyumsatmıştır. Yenice yolları bükülür gider.

“Kırmızılığı solmuş uzun kollu gömleği boynuna kadar ilikli, saçları çözük. Uzun, bileklerine kadar inen eteğinde çamaşır suyu lekesi. Yüzünde tanıdık bir eski zaman türküsü yuvalanmış. Biraz daha dikkatli baksam sanki o eski, yitik türküyü yeniden dinleyeceğim gibi geliyor bana.”  (Eski Zaman Türküsü, s.33)

“Üç Beş Taksit”

İki kitap arasında bağ kuran, köprü işlevi gören bu öyküde ailenin reisi karşılar bizi: Kırklarına yaklaşmış, verem hastasıdır. Kızı Zehra on altısındadır. Kardeşlerinin, öyküde ismi anılmayan üç erkek çocuktan büyüğün Orhan, ortancanın Sefer olduğunu buldum, ilerde üniversite tahsili yapacak en küçüğün ismini de Aziz koydum. Öyküler nasıl benim olduysa artık kahramanlar üzerindeki tasarruf da benim oldu. Öyküye isim uladım!

“‘Taksitler’ demiş durmuş babam, durmadan bunu yazmış kitap kapaklarının içine. Susmamızı dert etmiş. Annemin ve bizim uzun uzun, ah’sız susmalarımızı. İnsan onca yokluğun içinde ah’ı bile unutur, bunu bilememiş. Bizi götüremediği parklara, anlatamadığı masallara dertlenmiş. Annemi bir günden bir güne sinemaya, nehir kenarına götüremediğine hayıflanmış. Zehra’ya toka, küçüklere giyit alamadığına, benim okuyamayacak olmama kahırlanmış.” (Eski Zaman Türküsü, s.89, 90)

İnsan alacaklı gelir dünyaya, alabildiğini alır ya da verilen kadarını. Ama hep borçlu ölür.

“Bir Pazar, karım evdeyken ve ben avludayken koparmış, borcumun en azından çok küçük bir meblağı olarak da o küçücük çiçeği uzatmıştım karıma. Unutma beni çiçeğiydi. Beni unutmasın ama yapamadıklarımı da affetsin diye… Onca yapamayışlarıma, yoksulluğa, cefaya ah etmeyen kadın, çiçeği görünce ağlamaya durmuştu da bahçeye koşuvermişti. Çocuklar görmesin diyerek.” (Eski Zaman Türküsü, s.85)

Giderken ödeyemediği, günü geçen taksitleri de alır yanına, onları da götürür. Unutmabeni çiçeği işe yarar mı?

“Babamın, ödeyemediği taksitlerin hayfını çiziktirdiği o satırlar arasında unutamadığım, her okuduğumda kalbimde hüzünlü kuşların kanat çırptığı bir mesel vardı. Bana göre, bütün pişmanlıklarını, hatalarını, gücünün yetmediği zamanları, elinden gelmezlikleri temize çektiği yer orasıydı. Gözyaşlarımın henüz koyulaşan sakalıma harf harf bulaşmasına sebep şey; anneme, onu unutmaması ve affetmesi için uzattığı Unutma Beni çiçeği meseliydi. İnsan yapamadıklarının, yaşatamadıklarının özrünü, uzattığı tek bir çiçekte, upuzun bir cümleyi susar gibi söyleyebilir miydi? Kim bilir, belki söyleyebilirdi. Fakat o çiçeğin uzatılışının bir özür anlamına geldiğini annem hiçbir zaman bilmedi.” (Eski zaman Türküsü, s.91, 92)

“Kalbimdeki Şen Kuşlar”

Eski Zaman Türküsü’nde 16 yaşındayken tanıdığımız Zehra’nın öteye yolculuğunu Aziz’in dilinden dinleriz.

Zehra, Orhan, Sefer, Aziz...

“Biz üç erkek tek kanatsak ablam bir başına annemin diğer kanadıydı. Şimdi o kanatlar teke düşecek. Çünkü ablam evden gidecek.

Ablam sözcük eksiltendi, kuş lokması kadar konuşurdu. Çoğu vakit babam gibi susardı, göz rengini koyultana dek. Kim ne sorsa kirpiğinin rüzgarıyla yanıtlardı soruyu. Pek gülmezdi” (Dünyanın Bütün Karıncaları, s.76)

Yalnızca kardeşlerine ablalık ederken mutlanan, kalplerine her daim şen ötüşlü kuşlar konduran Zehra...

“Babam öldüğünde kirpiklerini dökmesinden başka tek damla gözyaşı akıtmayan ablam, abilerimi askere, beni üniversiteye yollarken iplik iplik ağladı.” (Dünyanın Bütün Karıncaları, s.76)

Adana çiftetellisi ve Urfalı Saime’nin zılgıtlarıyla uğurlanır Zehra.

“Ablamın avludan çıkışıyla annemin başı tunçtan bir büst gibi kıpırtısız. Dövülmekten kızarmış sinesi önde. Ardından kollarını açıyor, biz üç kardeş de ona uyuyoruz. Davulculara dönüp ‘Çalın!’ diyor, ‘Çalın, boylu da posluma çalın, muratsız giden kızıma, Zehra’ma çalın! Adana çiftetellisi olsun.’” (Dünyanın Bütün Karıncaları, s.79)

“Leylaklar Açmış Gördün mü?”

Zehra’nın uğurlamasında tanıdık biri vardır. Şükran. Ortalığın perişan olduğu bir 21 Mart akşamı servis şoförünün yolu kısaltıp set boyunda indirdiği, kendisini bekleyen sondan habersiz, kulağında çınlayan ezginin günlüğüyle evine varmaya çalışan fabrika kızı.

Evine giderken, ülkenin rutini haline gelen çete savaşlarının birinin arasında kalmış ve vücuduna doluşan saçmalarla boylu boyunca dardağan ağacının dibine uzanmıştır. Mahallelinin korkak ve umursamaz kayıtsızlığının orta yerinde ölmeye yatan Şükran, Zehra’yı anımsar.

“Zehra ablaya çekilen tililiden bana da çekin, bilirim sen çekemezsin halam çeksin. O arap halam… Davul çaldırın anne, muratsız gidene çifte davul!” (Dünyanın Bütün Karıncaları, s.64)

“Ya Habip Kalbey”

Öykülerde sıkça karşımıza çıkan Kara Hala yan rollerden sıkılmış olacak ki, asıl kadın karakter olarak bu defa başköşeye kurulmuştur. Uzaklardan gelen yeğeninin, biraz da oğlunun dilinden tanımış oluruz onu.

“Tanıyamamıştı. ‘Nasılsın Kara Hala'm?’ deyince alnındaki kırışıklıklardan biri düzleşti. ‘Ya habib kalbey, sen mi geldin?’ Yarı Türkçe yarı Arapça söylenen bu inanılmaz güzellikteki hitaba mukabele etmek istesem de karşılığını verememe korkusuyla vazgeçip, ellerine atıldım.” (Dünyanın Bütün Karıncaları, s.54)

“Sen Aşktan Ne Anlarsın Be Emmi!”

Öykünün bir yerinde, Dul Raziye’nin eserekli kızı Hasret’in ortalık yerde işemesini bir çağlayana benzetirken “okumuş olmak başka şey işte azizim” diye imler yazar. İşte bu eşsiz dokunuş, benim baştan beri yeltendiğim şu sahiplenme ve ulama ile ödemeye çalıştığım taksite de anlam katıp, yaptığım bu hadsizliğe sımsıkı sarılmama sebep oldu. Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz Aziz coşkunluğuyla!

Bakkal Selami’den aldığı biraları öykü boyunca teker teker öldüren, bütün günü, gelmişi geçmişiyle, mahallenin hır gürüyle yaşayan, aklı bir türlü gelmeyen şu telefon aramasına takılı kalmış, en sonunda eve varıp üstü başıyla yatağa girip uyuyan ve düşlerinde de günü aynı nakaratla akıtan birini görür ve yaşarız. Aziz’i.

“O zamanlar Atatürk Parkı’nın içinde hayvanat bahçesi mi vardı? Vardı ya, olmasa hatırlamazdım. Küçüktüm, minik parmaklarım babamın terli avucundaydı. İlk ve son. Lunaparka da götürmediydi zati! Kitapsız baba. Veremli oluşuna bağlayıp affettim sonradan.” (Dünyanın Bütün Karıncaları, s.34)

Son olarak sözümü öyküdeki şair anmalarına getirmek istiyorum. Zira öyküde anılan Turgut Uyar, Ergin Günçe, Metin Altıok ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’in yanına Adnan Yücel’i de katmalıyım. Yabancısı olmadığı şehre, hayatlara onu da ulamak bir borç gibi geldi şimdi.

“Bir inancın yüceliğinde buldum seni 

Bir kavganın güzelliğinde sevdim
Bin kez budadılar körpe dallarımızı 
Bin kez kırdılar
Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
Bin kez korkuya boğdular zamanı
Bin kez ölümlediler
Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz
Bitmedi daha sürüyor o kavga 
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”

Yazılacak onca şey var Cabir Özyıldız’ın öykülerine dair. Ben kendimce yaptığım ulamaları ve kendi okuma deneyimimi paylaşmak istedim. Yolu açık olsun sevgili yazarımızın.

Hakan Dilmen


(1) 5 Mart 2025 günü Parşömen'de yayınlandı.

https://parsomenfanzin.com/2025/03/05/birbirine-ulanan-oykuler-hakan-dilmen/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hadi İzmir’e… *

5 MAYIS 2025 UYKUSUZLAR'DA