Hadi İzmir’e… *


İkinci yeni, tarihsel yolculuğunda değişen insanın ve insan ilişkilerinin, kentleşme, göç, yabancılaşma gibi yeni sorunlarla karmaşıklaşan ve modernleşme arayışına giren toplumun çıkmazlarını, toplumsal kurallar, ahlak anlayışı arasına sıkışan bireyin açmazlarını, beslendiği insani bilimlerin ve diğer sanat dallarının devinimi içerisinde görece durağanlaşmış, geri kalmış şiirin kabuğunu kırarak, ona taze, varoluşçu, devrimci, yepyeni bir soluk kazandırmıştır. 

İkinci Yeni’nin üçlü tacı Edip Cansever, Cemal Süreya ve Turgut Uyar art arda çıkan Yerçekimli Karanfil (1957), Üvercinka (1958) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) ile bu yeni şiirin ilk ürünlerini ortaya koydular. 

Turgut Uyar, Geyikli Gece ile açılan Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndan on beş yıl sonra, 1974 yılında alt başlığı “70-73 Notları” olan “Toplandılar” adlı şiir kitabını yayınladı. Kitapta yer alan şiirlerden “Hadi İzmir’e…” (1), 1968 yılı Aralık ayında, Papirüs’ün 30 uncu sayısında yayınlanmıştı. (2) 

Şiirin yayınlandığı döneme baktığımda bunun Tomris Uyar’ın hamilelik sürecinin ilk birkaç aylık dönemine tekabül ettiğini, dolayısıyla bu dönemde yazılmış olduğunu düşündüm. Nitekim oğullarının 1969 yılının Haziran ayında doğması bu düşüncemi pekiştiriyordu. Esasen, Turgut’un ve Tomris’in önceki yaşamlarındaki paralel acılarını şiire kattığımda, ortaklaşan travmalarının, tıpkı tuvale imgeler, metaforlar, gizler bulayan bir ressam gibi dizelere nakşedildiğini fark ettim. Yürek burkan, dual bir acıyla yanarken, kanayan yüreklere hala direnç yetiştirme, umut tazeletme, dayanma ve devam etme gücü vermeye çabalayan dizeleri okudukça, şaire duyduğum sevgi, hayranlık daha da büyüdü. 

En çok tuvalin renkli, parlak boyalarla gözümüzü okşayan, yüreğimizi hoplatan kısmına, şiirin son bölümündeki imge yüklü dizelerine sarılınır. 



“belki de bahar filan vardır erzincanda ne bilelim 
hadi kalk tirenler kalkıyor duyuyorum” 

“hadi kalk İzmirlere filan gidelim” 

Oysa tuval sanıldığı kadar renkli, ışıklı değildir. İçinde gri-kara tonlarla yükler, yaralar, acılar taşır. Yine de umuda tutunmak isteyen bir resim çizmiştir ressam. 

Şair; birinci bölümde, kara gece nöbetinden yorgun, bitkin dönen sevgiliye, sağlığını, denizin bir başka güzel olduğu o uzak iskeleyi hatırlatır, ikinci bölümde bitiveren iki aylık bir çocuk ve onun iki aylık tanrısına değinip şimdi bunu unutalım der. Üçüncü bölümde de, ölümü bir olağan acının anısı olarak imler ve aralarına giren kara şafağı, aramızda yer yok anıya diye püskürtmeye çabalar. 

“yorgunsun hoş gelmişsin 
kara gece nöbetinden hoş gelmişsin 
yat uyu yerin hazır 
hak etmişsin uykuyu 
helal olsun uykun bahtiyar sağlığın 
ama bir uzak iskelede başka olurken deniz 
sakla uykunu biraz o uzak iskeleye 

bak sakın telaşlanma 
bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi 
bir şey değil bir çocuğun iki aylık tanrısı 
bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi 
haydi kalk, sakla biraz haydi kalk haydi dedim 
açıp sonsuz bir camı bir uzak iskeleye 
şimdi tam sırasıdır her şey hazırken böyle 
şimdi bunu gömelim 

nasılsa girdi bu karaşafak aramıza 
haydi şimdi ölüm vakti değil aramızda 
ölüm ki bir olağan acının anısıdır 
şimdi anıya yer yok aramızda” 

Şiirin dördüncü ve beşinci bölümleri bu acının tekraren hatırlandığı, eski güzel günlerin ve umudun beraber harmanlandığı, saatin yeni ve güzel zamanlar için kurulduğu geçiş bölümlerini içerir ve nitekim şair anlatıyı bahara eriştiren altıncı ve son bölüme bağlar. 

“ne güzel uyurduk biz kavgasız gürültüsüz 
bir yara bile olsa şuramızda buramızda 
sular gibi karışık olan uykumuzda 
senin kara gecen paslı benim çocuğum ölü 
bir uzun yaşamayı beygirler gibi koştuğumuzda 
hatırlarsın uzakta koştuğumuzda 
sayılara vurdular bizi haydi kalk 

haydi kalk yoruldum bir patlıcan nasıl büzülürse 
bostanda durup da olmayı beklerken 
haydi kalk haydi kalk dedim senden aldım kendimden 
ölümü bir güzel ezberledim 
anladım yorgunsun kara gece nöbetinden 
çocuk öldü ben yoruldum ölüm nöbetinden 
saatini kurdum, saatini de kurdum haydi kalk haydi kalk 
şimdi bunu gömelim 

neden öldü ben burdaydım sen ordaydın 
belki de bahar filan vardır erzincanda ne bilelim 
hadi kalk tirenler kalkıyor duyuyorum 
biliyorum 
yorgunsun her geceden, biriken her geceden 
haydi kalk şimdi bunu gömelim 
haydi kalk bitiverdi 
haydi kalk yorgun güzelim haydi kalk 
hadi artık öldüm biliyor musun 
hadi kalk 
İzmirlere filan gidelim” 

Tomris ilk evliliğini 1963 yılında Ülkü Tamer’le yapmıştı. Evlilikleri bir yıl sürdü. 

“1962-63 yıllarında, kış akşamlarının hemen hepsini kulislerde geçirmiştim. Ama Genco vardı, Umur, Sermet Çağan, Seçkin, Ali Dilber, Tunca vardı. Evimiz gibi bir şeydi Arena tiyatrosu. Her akşam Aslan Asker Şvayk’ı izler, sonra birlikte Sermetlere giderdik. Para ortadaydı. Kimde varsa harcardı yani. Bir gece, herkes meteliksiz, inanılmayacak bir durum! Yalnız Mehmet Güleryüz’de otuz kuruş kalmış, bir de yol paralarımız var. O otuz kuruşla bana bir gazoz ısmarlamıştı Mehmet. Gebeydim o kış. 
Uzun süre aynı yerde oturamıyordum, sırtım ağrıyordu, ayaklarım şişmişti, delik pabuçlarımı yenileyecek para yoktu, evlilik yürümüyordu. Daha ne olsun?” (3) 

Ekin adını verdikleri bir kızları oldu. 

“Doğum yaptığım Nisan 64’e kadar böyle sürdü gitti. … 
Doğumdan sonra bizde toplanmaya başladık. Özellikle Ali ile Genco, bebeğin altının değiştirildiği saatlerde gelmeyi severlerdi. Ben kıza meme verirken, onlar bir köşede tiyatronun durumunu, Keşanlı Ali’nin nasıl gittiğini, halk gününde gelen öğrencilerle genelev kadınlarının ne gibi tepkiler gösterdiklerini konuşurlardı. … 
Bir akşam, bebeği kucağında gezdirip, uyutmaya çalışan Genco’yu ‘Ekin, I love you valla’, diye fısıldarken yakaladım. Tabii nişanlandılar. 
Ekin’in benim ansızın gürleşen sütümle boğulduğu gece –tıpta binde bir rastlanan bir olaymış- Ali ile Genco yalnız bırakmadılar bizi. Doktor, kaynana, akraba telaşı içinde yanımızdan ayrılmadılar. Genco’nun oyunu vardı o ikindi. Son ana kadar bir koltukta kıvrılıp oturdu. Benim için kaygılanıyordu galiba, ağlamamı bekliyordu.” (4) 

Tomris, bir annenin yaşamında başına gelebilecek en büyük acıyla yirmi üç yaşında, gencecik bir kadınken baş başa kalmıştı. 

Turgut, 1966 yılına kadar sürecek olan ilk evliliğini 1947 yılında Askeri Memurlar Okulunda okurken Yezdan Şener’le yapmıştı. Mezun olup kura ile memur olarak gittiği ilk görev yeri Posof’da, 10 Ocak 1949 tarihinde ikinci çocuğu Serap dünyaya gelmiş ve daha birkaç aylıkken geçirdiği bir hastalık sonucu hayatını kaybetmişti. 

“- Babam Serap’ın kaybına çok ama çok üzülmüş. Çok güzel olduğunu söylerdi hep. Ne zaman Serap’ı hatırlasa, inan bana Derviş gözleri dolardı. Bir türlü unutamadığı acılarından biriydi bence Serap. İshal gibi bir hastalığa tutulmuş galiba, birkaç aylıkken de ölmüş zaten. Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi. 
- Anlattığınız bu hikaye Turgut Uyar’ın ‘Hadi İzmir’e’ şiirini hatırlattı ister istemez. Serap’ın ölümü, bu şiirde ifadesini bulmuş sanki, şu dizeler mesela: ‘Bak sakın telaşlanma/bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi/bir şey değil bir çocuğun iki aylık tanrısı bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi/şimdi bunu gömelim’ Gömmenin yarattığı yorgunluğu anlatıyor sonra: ‘çocuk öldü ben yoruldum ölüm nöbetinden/hadi kalk İzmirlere falan gidelim’ 
- Haklısın galiba, babamın anlattıklarıyla şiirde geçen dizeler örtüşüyor. Serap’ın kaybını yıllar sonra şiirinde işlemesi de ayrıca ilginç geldi bana, demek bir kez de şiirinde gömmeye çalışmış Serap’ı.” (5)

Turgut, memuriyette birinci yılına bile doldurmadan, daha yirmi bir yaşındayken evlat acısını yüreğine gömmüştü. 

Yıllar önce televizyonda yayınlanan bir şiir programında Turgut Uyar anlatılıyordu. Şair Sennur Sezer şu tespitleri yapmıştı: 

“Ben ondan sevdiğim, bana büyük hikâyeler anlatan bir dizeyi tekrarlamayı severim. Hadi kalk/İzmirlere filan gidelim.. Bu kelimeye sığan, İzmir oluşu, belki de hatırlayacağınız bir Sait Faik öyküsünde vardır... Ben bir sevgiliye, bir eşe belki de Tomris’e söylenen üç gün ağlamış, üzülmüş bir insana hadi kalk İzmirlere falan gidelim sözünde, aynı çaresizliği, aynı avunma isteğini görürüm de Turgut’un onca kitabından, “Kayayı Delen İncir”den falan daha çok içimi titretir, hadi kalk İzmirlere falan gidelim dizesi. Çünkü kötü bir kışın arkasından bağırmadan anlatılmayacak bok püsür günleri yaşamanın ne demek olduğunu bilirim. Bir şairi belki ezbere okumaktır güzel olan ama bir tek kelimeyi yanlış okursanız bütün anısı yıpranır diye korkarım. O yüzden ezbere Turgut’tan bir şey okumak elimden gelmez…” (6) 

Belki, Sennur Sezer’in korktuğu yerden tutundum şiire. Şairi anlamadan, şiirini hissetmeden bilmek, zamanla ıssız, tatsız, tuzsuz bir yavanlığa meyleder ve elbette şairi, şiiri, anısını yıpratır diye hissettim belki de. 

Tomris ve Turgut aynı ortak acıyla, birbirlerinden habersiz, kendi kötü kışlarını yaşamış olabilirler. Her ikisine de bu meşum zamanları hatırlatan şimdiki zaman, yeni bir doğum süreci beklenmedik ölçüde zorlu olmalıydı. Ama bu kış geçecekti, artık geçsindi. Memleketin dağlarına, denizlerine bahar gelecekti, artık gelsindi. Uçaklar, trenler, otobüsler kalkıyordu ve artık acılardan sıyrılmanın, birbirine sımsıkı sarılmanın, umudu büyütmenin vaktiydi. 

Son olarak, incelediğim şiirle ortak yanları olduğunu düşündüğüm bir şiiri yazıya dâhil etmek istiyorum. 

"Tomris 

senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz  
kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz 
alır başımı erzincan'a giderim seni düşünmek için 
dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor 
kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için 

bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur 
 ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan 
durmadan 
dağ biraz daha benden deniz her zaman senden 
hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan 

kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm 
seni övdüğüm zaman 
güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda 
seni övdüğüm zaman” (7) 

Turgut Uyar’ın hiçbir kitabına almadığı bu şiir ilk kez üç aylık şiir dergisi Ludingirra’nın Güz’97 üst başlıklı 3 üncü sayısındaki Turgut Uyar dosyası ile gün yüzüne çıktı. 

Bu iki şiirin akraba olduklarına inanıyorum ve Turgut’un Büyük Saat’te yapmadığı buluşturmayı bu yazıda yapmak cüretini gösteriyorum. 

Büyük kızı Semiramis, “Şiirleriyle ilgili konuşmak bana düşmez ama aslında hep olanı anlatmıştır.” diyor babası için. Bunu hep hissettiğim için Turgut Uyar’ı çok sevdim, içimde hissettim. Sevdiğim yüzlerce dizesini içselleştirdim. Turgut, benim kişisel şiir yolculuğumun son durağıdır. Ötesine geçemem, geçmeyi düşünemem, istemem belki, belki de bir bozuk saattir yüreğim, onda takılıp kalmıştır. 






* Bu yazı eliz edebiyat dergisinin Ağustos 2025, 200 üncü sayısında yayınlanmıştır. 

1) Turgut Uyar, Büyük Saat, Yapı Kredi Yayınları Aralık 2013, 16. Baskı, sf. 411-412 
2) Papirüs, Sayı 30, İstanbul, 1968, s. 42-43. 
3) Tomris Uyar, Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları 1, Yapı Kredi Yayınları Ağustos 2005, 2. Baskı, sf. 95 
4) Tomris Uyar, Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları 1, Yapı Kredi Yayınları Ağustos 2005, 2. Baskı, sf. 96 
5) Derviş Aydın Akkoç, Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız, İletişim Yayınları, sf. 85,86 
6) Şiirbaz, https://youtu.be/3HkNFIgLee0?si=MESKzIPHroIZjLvZ 
7) Turgut Uyar, Yitiksiz, Yapı Kredi Yayınları Haziran 2022 16. Baskı, sf. 12

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

5 MAYIS 2025 UYKUSUZLAR'DA

Birbirine Ulanan Öyküler (1)