İLLE KAYAYI DELEN İNCİR (Ebru Ojen’in Lojman adlı romanına bir bakış) *
Van'a ilk
gidişim kötü bir günün akşamüzeriydi. Havaalanına ulaşmamdan birkaç saat sonra
Güvenpark patlaması olmuş, bunu Van’da uçaktan inince Edremit Belediyesi adına
beni karşılayan Nesin’den duymuştum.
Üç dört gün
kaldığım şehir gözümde tüterek çevirdim Lojman’ın sayfalarını…
"Göllerin içinden göveren deniz olma
arzusu. Sessizlik, mütemadiyen büyüyen sessizlik. Derin dağ kraterleri burada!
Van Gölü alabildiğine sarı ufka uzanıyor. Her damlasıyla kendi kalmaya
direniyor."
Gündüz kanat çırpan, gece soda soluyan ördekler için bile gölün tekinsizliği, buza kesmiş göle ve kışa duyulan güvensizlik…
"Doğa, iyimser tesadüfleri mümkün kılmasına rağmen, felaketler konusunda ısrarcıdır."
Zira manzaralar da güzelliklerini karanlıklara borçlu…
Ne güzel başladı diye düşündüm. Tekinsiz doğanın güzellikleri de karanlığa dâhil…
Az sonra doğanın ve bölge insanlarının betimlendiği satırlar eşliğinde belirdi lojman:
"O gece dünyanın bütün karı sanki
köye, hatta köyden epey uzaktaki gri ilkokul lojmanının üzerine yağıyordu.
Karanlıkla fırtına elele vermiş, girdaplar yaratarak karların arasında görünmez
halde duran bu küçük lojmanı yutmaya hazırlanıyor, köyün sokaklarını
mütemadiyen soluklaştırıyordu…
Doğuda okullar ve lojmanlar yerleşim
yerlerine uzak inşa edilir. Köyün boğucu manzarasında, akla gelmeyecek bir
yerde duran bu küçük lojman da öyleydi; uzakta, tek başına, tepesinde kara
bulutlarla."
Lojmanın kapısını Görkem açtı, annesi Selma’ya ilişkin ve annesinin ona ilişkin yargıları da peşi sıra:
“Zihninde uç veren tekinsiz düşüncelere rağmen bir çocuk olduğunun farkındaydı. Bir yandan yaşının konforundan faydalanmaktan hoşnut, öte yandan Selma’nın bu durumu umursamamasına içerliyordu. Selma’nın her şeyi gören gözlerinin, söz konusu o olduğunda karanlık, derin bir kuyuya dönüşüp körleşmesinden, keskin zekâsının onun varlığıyla ilgili sınırlarda tıkanıp kalmasından, her titreşimi hisseden parmak uçlarının ona dokunurken taşlaşmasından nefret ediyordu. ”
Bir çocuğun evdeki varlığına ilişkin, annesine ve annesinin ona yaklaşımlarına ilişkin çok da duymaya, görmeye alışık olmadığımız gözlemleri, sıra dışı bir aile ile karşı karşıya olduğum duygusunu içime işlemeye başladı.
“Elektrikler kesilmişti. Zaten geldiği zamanlar o kadar azdı ki, bir bebeğin doğması dışında etrafta alışılmadık bir durum yoktu. Her şey her zaman olduğu gibi sıkıcı, boğucu, azdırıcıydı…”
Tecrit edilmiş bir yerdi lojman, Selma doğurmak üzereydi. Metin evde değildi, bir süre önce Selma ile yaşadığı kavga sonrasında evi terk etmişti.
Selma, Görkemden epeyce küçük Murat ve doğmak üzere olan adsız erkek bebekle bir başınaydı. Görkem’e kalsa bebeğin adını Mahir koyardı, belki. Kısa bir süre önce aynı okulda babası ile çalışan, sonra sırra kadem basan öğretmenin adını…
Romanın üç ana kişisi; varlığı ile Selma ve Görkem, yokluğu ile Metin…
Selma ve Metin üniversitede öğrenciyken tanışmışlar. Metin futbola ve şiire meraklıyken, Selma en çok Metin’e düşkün, bir de şiire…
Görkem’in bu ilişkiye dair en anlayamadığı şey babasının Selma gibi bir kadına nasıl ilgi duyduğu…
Görkem, hatta küçük çocuk Murat da Selma’dan nefret ediyor… Çocukların oynadıkları oyunda nefret edilen listesinde Selma da var.
Nefret…
Selma’nın gözünde yeni doğan da, önceden doğurdukları da, kendi bedenini kullanan, üstüne üstlük varoluşunu bütünleyen kadınlığını çalanlar. Selma çocuklarından nefret ediyor. Görkem ve Murat Selma’dan nefret ediyor, dedim ya çocukların arasında oyunu bile var bunun.
Selma ve Görkem kardan nefret ediyor.
Evet, şiire düşkün Selma birazdan Fırat Demir dizelerine yaslanacak…
"Kendine yediremediği bir şey vardı yalnızlığında. Ağlamamak için olanca kuvvetiyle kastı bedenini. Şiirler sızıyordu zihninin derinliklerine; mırıldanmaya başladı. 'Yalnızız, tek başınayız, yakınımızda bir ev bile yok, korkuyoruz.' Göğsündeki düğümü çözen bu dize de nereden çıkmıştı? Soluğu boşaldı. Direnmekten vazgeçerek bedenini bırakıverdi. Dudakları, çenesi elinde olmadan büzüldü, gözlerinden iri yaşlar akmaya başladı. Öyle bir ağlama tutturdu ki, sesi fırtınayı bastırdı."
Şiir anlatının dokusuna usulca sızıyor…
Şiirin de kendine yer bulduğu romana dair yazmaya kalkınca benim de ister istemez aklıma kendi şiirime, kendi şairime sığınmak geliyor…
“Değişen dünyayla bütünleşen şiir, hayattan yola çıkan, her dönemde kendi şairane’sini yaratır. Kaçınılmaz bir olgudur bu. Şairanelik, sadece sözcüklerde, imgelerde değildir, takınılan tavırdadır biraz da."
Diyordu Turgut Uyar, şiirde şairaneliğe karşı çıkarken. Anlatıya dâhil edilen şiirlerin kurguyu beslemiş yahut/belki de estetize etmiş olduğu söylenebilirse de, seçtiği sözcükler ve imgeler ve de özellikle yazarın takındığı tavırla metnin ateşini iyiden iyiye harladığının altını çizmem gerekiyor. Şiirde şairanelik, hikayede ya da romanda edebilik midir? Yazarken düşünüyorum hala…
Duygusallıktan sıyrılıp birazda romandaki pornografiye değineyim...
"Bu yumuşak ağza memesini bile bile sunmaktansa oracıkta ölmeyi yeğlerdi. Yine de derin bir nefes alarak gücünü topladı. Çatlamak üzere olan meme ucunu coşkun bir mide bulantısıyla bebeğin ağzına tıktı. Onu boynundan tutup memesine iyice bastırdı. Bebek memeye ulaşmanın baygınlık verici hazzıyla yutkundu. O kadar güçlü bir açlıkla emiyordu ki, Selma daha fazla dayanamadı. Midesi tiksintiye teslim oldu. Boğazındaki yırtık, önünü alamadığı şekilde yarığa dönüştü, boğuk ..."
Selma'nın tiksinti duyduğu, birkaç gün önce doğurduğu bebeği emzirmesi, onun karnını doyurması… Ve hemen akabinde bunun bir tür törensel hazza dönüşerek orgazm olması…
Mide bulantısı, kusma ve orgazm…
Selma’nın gözünde yeni doğan da, önceden doğurdukları da, kendi bedenini kullanan, üstüne üstlük varoluşunu bütünleyen kadınlığını çalan şahıslar… Dolayısıyla, yeni insanların aileye dâhil olmasıyla Metin tarafından ilgisiz ve aşksız bırakılan bir kadın, Selma.
“Bebeği havaya kaldırdı. Taze yüzü, gözlerinin hizasına getirdi. Ondan tüm gücünü koparıp almış, kimyasını bozmuş, mineral depolarını yağmalamış, onu adeta yok ederek var olmuş yaratığa baktı… Hakkı olanı onu doğurandan ısrarla almıştı. Küçük pırıltılı gözleri, dişsiz ağzıyla şirin, böceksi hareketler yapıyordu. Henüz bir adı yoktu. Şu isimsiz, karanlık şey de dahil kocasıyla beraber yaptığı her şeyin onu aşktan uzaklaştırdığını düşündü. Çocuklar yüzünden aralarındaki tutkudan eser kalmamıştı. Birlikte yaptıkları şeyleri dışarıda tuttuğunda Metin’e daha yakın, daha aşık hissediyordu.”
Metin’in
yokluğunda geldiği noktayı ve bedeniyle ilişkisini kendisinden işittiğimiz iki
farklı anlatıma birlikte yer vererek Selma’yı anlamaya çalışalım.
"Bedeniyle ilişkisi insan sevmenin tiksindirici deliğine düşmeden önce daha iyiydi. Ellerini vücudunda sakınmadan gezdirirdi. Şimdiyse kendisine ait kıpırdayan, yaşayan insanlığı geride bırakmış, umutsuz bir vakaydı."
"Dudaklar, diye düşündü, bebek ağzını istemsizce aralarken, öpüşmek için açılmadığında çöplüğe dönüşüyor."
Varoluşsal ve yaşamsal dürtüler karşılıksız kalırken, anlamsızlaşan bir ömre de tanıklık ederiz…
"Ne olursa olsun bir gün kendimi öldüreceğim! Bu düşünce kafasına yerleştiği gün ortadan ikiye bölünen kişiliği bütünlenmiş, böylece kendi gözünde yücelmiş, geri kalan her şeyden üstün hissetmişti. Elindeki kitapla koltukta otururken ve o ulvi kahrın, var olma acısının yakın gelecekte bir gün son bulacağı dakikaları düşlüyordu. Müthiş bir kokudan sarhoş olmuşçasına soluk alıp veriyordu. Gözlerinin önü bulutlarla kaplıydı. Bedenine değmeden eriyen sisler ve buharlaşan su damlalarıyla…. Gırtlağı sıkıntı meyvesinin tadıyla düğümlendi. Ama ne coşkun, çiçeksi, ne ongun bir histi öyle ölümü düşünmek! İnsanın hayatta yaşayacağı hiçbir şey bu dehşetli düşünceden alınan hazzı karşılayamazdı. Hiçbir fikir onu bu kadar iradesiz bırakamaz, öte yandan hiçbir şeye bu kadar isteyerek boyun eğemezdi.”
Artık tek bir şeyi bekliyor Selma, gerçek acıyı… Hayata yine de tahammül edilebiliyorsa da ona gerçekten gitmeyi arzulatacak bir acının arayışında olduğunu görüyoruz. Evladın ölümü bu kapsamda mevzu bile değil. Nasıl bir acı onu dünyaya kazık çakmaktan alı koyar!
"Selma'yı hayata bağlayan tek şey belki de beklediği gerçek acıydı. Onu tarumar edecek kadar büyük bir acıyı yaşamadan bu dünyadan çekip gitmek istemiyordu. İliklerine kadar hissedecek, nefessiz bırakacak, göğsüne saplanmış kesif acının özlemi… Uçurumun başında oyalanmasının tek nedeni buydu."
O acı, evi terk eden, her daim özlenen Metin’in dönüşünü imkânsız kılan şeydi sanırım.
Anlatı boyunca Selma ve Görkem’in karşılıklı nefretleri ve bu iki ana karakterin duygu iklimi Jean-Baptiste Del Amo’nun Hayvan Hükümranlığı romanı ile bağlar kurmamı tetikledi. Bu romanın küçük kızı Eleonore ve Görkem’in anne figürü ile bağı, ilişkisi ve yaşadıkları ve de ergenlik duygulanımları neredeyse birbirinin aynı.
Görkem’in adı Mahir olsun istediği yeni doğanla ilişkisine ve yine onun Mahir Hoca ile ilgili düşüne alt alta bakalım…
"Çocukluk halinin melankolisiyle kavramaya çalışıyordu olan biteni. Tiksindirici bir deneyimden ibaret olan bu yaratık, Görkem'e yazgısının sınırlarını yeniden çizdiriyordu. Kendisine ait olan biriciklik, yeni misafirin aralarına katılmasıyla bir karahindiba çiçeğinin üflenince havada uçuşması gibi lojmanın salonunda dağılıyordu."
"Dünyanın en güzel aşkıydı. Sıcak bir yaz günü kadar gerçek, zamansızlığa ait bir masal, harikalar yaratan tanrının fevkalade eseri..."
Mahir adlı yeni doğan tiksindirici bir deneyimin ürünü iken adının esinlendiği öğretmen, babasının arkadaşı ise Tanrının fevkalade eseri…
Selma ve Görkem birbirinin prototipi olan aynı iki varlık gibiler…
Kitaba başlarken önümde bulduğum; canı burnunda, terk edilmiş bir kadın, doğacak olanla üç çocuk ve içinde yaşanılan bir lojmandı. Kitabı bitirirken öteye kalansa; sonu bir masala bağlanan aşk, var oluşun hezeyanları, insanı var eden ve tüketen şeylerin ortaklaşması, umudun tecrit edilmesi ve hiçlik oldu.
Son olarak yüreğimi okşayan bir hususu da atlamak istemiyorum. Romanın sonlarına doğru altmış satırlık bilinç akışı yöntemiyle yazılmış bir bölüm karşımıza çıkıyor. Bunu Ebru Ojen'in ya da doğrudan kitabın editörünün Oğuz Atay'a bir selam duruşu olarak düşündüm…
“severken delireceğimden korkuyordum bize ait olmayan bir tanrı yanımızda sana sarılmama izin vermeyen tensel arzuları yasaklayan ufaldı her yere götürdük onu kendimizin olduğu her deliğe soktuk yüceldi ululaştı offf çabucak bitirse işini düşünmekten yoruldum bir işe de yaramadı o düşünceler muhayyililer bir kapı aralamadı bir çıkış göstermedi düşündüğümle kaldım fazlası değil akıl insanın kusurudur arınmak fazlalıklardan anlamak anlaşılmayanı neden acele etmiyor nefret ediyorum bu başı kurtar özgürleştir hadi beni aralanıyor gevşiyor sona mı geldik bitti mi çürüme kokuşma görevler soru yiyor beni mutluluklar pazartesileri gözlerime temas etti artık yoklar haliyle metin de yok”
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanının üçüncü bölümünde yer alan ve yetmiş altı sayfa süren imlasız, noktalamasız anlatım Selim'in Günseli'ye bir iç dökümüdür ve şöyle biter:
"tabii kimse bilmiyordu benim dargın olduğumu geçelim içimde birbirine karşı savaşan yönlerin birbirine dargın olduğunu söyleyerek geçiştirelim bunu da son anda mesele çıkarmayalım evet istemesini bilene gerçekten verilecektir verilmektedir isteyip istemediğini bilmeyenler için de yukarıda sözünü ettiğim adamın işaret parmağı meseleyi halledecektir en önemli sözü en sonda yazacağımı sanıyorsan aldanıyorsun hiçbir zaman benden bekleneni vermeyi becerememişimdir bekleyenleri utandırmışımdır daha fazla yazamayacağımı hissediyorum son anda acıklı bir sözle canını sıkmamalıyım işte bu kadar işte canım sevgilim Günseli Selim"
Son olarak, romana ilişkin son sözlerimi canım Turgut Uyar’ın dizelerine bırakarak bağlayayım…
“hazırlandın diyelim bir yolculuğa
"bu, yalnızlığa da olabilir"
diyor birisi
dayanıklı mısın bakalım
silahın nedir
ilkin asfalt ve beton
bir bakarsın önün ardın su kesilir
yüzme de bilmezsin ayrıca
"çocukluktan kalma şeyler
bunlar"
diyor matrağa düşkün biri
"nasıl olsa yenilir"
Oysa kavradığım her şeyin adını bilmek
biraz bunaltıyor beni
örneğin bir atom santralı projesi
Hollanda'daki bir caz konseri
öleceğimi biliyorum nasıl olsa
ama gölgemi önüme düşürüyor
güneş önümden gelirken
şaşırıyorum gövdemi
matrağa alışkınım aslında ama
ille kayayı delen incir,
suları aşan gemi!”
Kanımca Lojman ve elbette yazarı Ebru Ojen bu yolculukta çok da dikkati çekmeyecek, dikkat edenlerce belki yerilecek, belki anlaşılamayacak ama duruşu ve keskinliği ile boyun bükmeden yoluna devam edecek ve ben de onun her yeni üretimini özlem duyarak bekleyeceğim.
“ille kayayı
delen incir,
suları aşan gemi!”
* Bu yazı eliz edebiyat dergisinin Aralık 2025, 204. sayısında yayınlanmıştır.

Yorumlar
Yorum Gönder